BİN
ÇİÇEKLİ BAHÇE YAŞAR KEMAL ANISINA ŞİİR , ÖYKÜ , HALK BİLİM ARAŞTIRMASI
YARIŞMASINDA ÖN JÜRİNİN FİNALA
GEREKLİ GÖRDÜĞÜ ÜRÜNLER
ŞİİRLER
1
– Niçin Siyah -- Hatice Altunay
2
–Özgürlüğün mavi bahçesi-- Özge Sönmez
3
-- Sorguç – Bilal Kayabay
4
– Hacizciye sesleniş – Günay Demiray
5
– Ejderha manzumesi – A. Kadir Paksoy
6
–Öldürülmüş oyuncak bebekler -- Adnan Sungur
7
– Bakır sakallı güneşin çocukları – Adnan Sungur
8
–Ne Deyim – Bekir Dağsever
9
– Bende Bilemem- Bekir Dağsever
10
– İhbarlı Zeytin – İkbal Kaynar
11
– İstanbul betimlemesi—İkbal Kaynar
SİYAH
YÜZLER NASIL AKLANIR
Siyah siyah
olaylar üçer beşer yaşanır
Siyah bez,
ağza siyah bant, siyah gül kızım!..
Siyah
hayata giyecek siyah giysim yok
Ebem kuşağı
renklerim vardır benim
Siyah siyah
gülen yalan, dolan ağızlar çok
Niye siyah
giyerim ben?
Siyah
yüzler nasıl aklanır
Öleni suçla
kurtar kendini kir kir ile paklanır!...
Zaman
azgını kusar içindeki katil saklanır
Niye siyah
giyerim ben?
Dövmekte,
sövmekte, işkencenin türlü bini haktır bir kadına
Uyarsın bir
vahşet sürüsüne siyah yüzün var senin.
Yurda
yayıldı çığlık çığlığa sesin.
Orta çağ
karanlığında zihinler hortladı hortladı
Ortalıkta
bıçak, balta, satır…
Ortalıkta
yüzerken ruhu ve zihni hasta beyinler…
Niye siyah
giyerim ben?
Siyah
yüzler nasıl aklanır?
Hatice
Altunay
ÖZGÜRLÜĞÜN
MAVİ BAHÇESİ
yaz bitti
diye üzülme sevgilim
özgürlük
dört mevsim yeşeren
inatçı bir
karanfil bu topraklarda
rüzgâr
acıdır meydanlarda
ve güneş
aniden bulanır bir öğle ortası
güleç
çocuklar düşer kaldırımlara
sakın
üzülme!
o
çocukların elleri hep çiçek
gözleri
kumru, ürkek
ne zaman
ki
özgürlüğün
asırlık mavi bahçesine
kara eller
girer biçerdöverle
arsız,
hoyrat ve gaddar
ansızın
kızıla döner, kanar tomurcuklar
üzülme!
vurulunca
kanar elbet maviler de
solup
gidecek sanma hemen
onlar
bilmez, sen bil sevgilim!
sabırlı
renktir mavi
dayanır
baskıya, zulme, zalime
bilmezler
mavi
dişidir
gebedir
özgürlüğe
şimdi
ülkemde,
ölüm ön
sevişmesidir hayatın
ince, narin
cenazeler kalkar peş peşe
azrail bile
utanırken aldığı körpe canlardan
alkış tutar
kara eller şeytana
cuma
namazları sonrası
yalandan
iki damla yaş soğuk gözlerde
gördün
mü
gözyaşımızı
da aldılar elimizden
kara
çaldılar en masum yanımıza
sustu
analar gözyaşları boğazlarında,
ateşten
yoğrulmuş birer heykel oldular
tütüyorlar
yitik evlatlarının başında
eylül
geliyor sevgilim, hazırlan!
sen eylülün
en güzel çiçeği
ılık bir
sonbahara soyun
kara eller
duysun
bembeyaz at
sürüleridir bulutların sesi
tertemiz
yağmurlar bırakacak şehre
yıkanacak
kaldırımlar, sokaklar, meydanlar
taptaze
toprak kokacak yine asi rüzgâr
hazırlan
sevgilim, vakit dar!
yağmur
sevişecek güneşle telaş içinde
ve ışığın
yedi renkli kızı doğacak
salına
salına inecek gri şehre
güleç
çocuklar yine gelecek
alınlarında
yedi bin renk
analar yine
ellerinde yürekleriyle direnerek
ağzımızda
bin dilden barış türküleri
senin
mağrur gözlerinde sonsuz hürriyet…
Özge
Sönmez
SORGUÇ
Süleyman’a
secdedeyken mahlukat
Davudi bir
sesle söylenir ninnim
Musa’nın
elinde asa
Sıpa’nın
sırtında İsa
Hira
dağında pusuda Muhammet
Ötelerin
gazabını haykırır
Ateşin
hırsızına
Tanrılar
tanrısı Zeus
Yehovanın
Şahitleri kuşatır bir yanımı
Havariler
sarar öbür yanımı
Sabırsız
yolumu gözler
Arabatları
sırtında
Yalınkılıç
Sahabeler
Bekâret
kemerlerine yıldırımlar düşesi
Dinlerin
karanlığında
Göz açıp
kapayana
Mağaramı
perdeleyen örümceği
Aşmaya
yetmedi gücüm
Onca
yüzyıldan beri
Nasıl
peydahlandı Musa
Meryem’in
de vardır bir Firavun’u
Mesih
İsa’dan kime ne
Asıl
şairler piçtir
İşi neydi
Freud’un bu dizede
İlk örtünen
Sümerli Başrahibe
Uğraşı
kadının kadim mesleği
Havva için
mi soyunur bir yılan
Ne demeye
çiçek açar
Ne kadar
müstehcendir
Tüylü sulu
bir şeftali
Umurunda
mıdır postal sesler
Daim benini
mi soyunur kadın
Neden
çırılçıplaktır aynanın karşısında
Hangi
sevişmeler orospuluktur
Etin okkası
kaç para
Ferhat niye
deldi sahi dağları
Bir ah’la
mı dönüştü küle Kerem
Nasıl bir
aşkın kurbanı mabette
Mevlana’yla
halvetteyken Tebrizi
Kuyruğunu
neden bırakıp kaçar
Kayada bir
kertenkele
Bir akrep
ne zaman sokar kendini
Kurbağalar
ne zaman dalar suya
File kim
fısıldar öleceğini
Balinalar
neden intihar eder
Neden
zıplar havaya
Suda bir
yunus balığı
Köze basmış
aptal gibi
Ya insanlar
neyin telaşındadır
Gökler
çiziyorsa kaderlerini
Güneş ne
zaman hallaçtır
Bulutlar ne
zaman pamuk
Ne zaman
kopar kirişi
Ne zaman
paslanır yay
Heradot
kime dölledi tarihi
Kimin
uçkurunu çözdü iskender
Neden böyle
kalabalık
Çanakkale
bayırları
Cehennemden
neden korkar yoksullar
Aklar mı
aldatır mı
Ganj’ın
bulanık suları
Hangi nehir
akar gözüne doğru
Hangi taş
yosun bağlamaz
Nasıl
İngilizce bilir
Dağlı bir
Pakistanlı
Ne zaman
nankör zavallı
Ne zaman
insandır insan
Ne zaman aş
ekmektir
Ne zaman
kanlıdır Fırat
Diller ne
zaman çözülür ağıda
Türküler
nasıl kanatır kendini
Suçsuzluğuna
mı ağlar bir ırmak
Meşe ne
zaman hükmeder demire
Ne zaman
dost nasıl düşmandır ateş
Hangi
yangınla karadır tarihe
Açdoyuran
otluğunu unutarak madımak
Ne türden
bir yaratıktır
Hangi
anadan doğar
Ne zaman
indi yaşama masaldan
Kendisiyle
yüzleştiği için mi
Canavardan
korkar insan
Bilal
Kayabay
Etmeyin
eylemeyin oy!
Omar bozlukta, tarla başında,
Boncuk boncuk terler döküyor,
Sarı sıcak anacında Omar,
Eli çiftinde oy!
Gün doğanda sabah gelin,
Ben bulurum borç ilen,
N'olur almayın can yongamı!
Kocam bulur borç ilen,
Gelmeyin gelmeyin oy!
Kulunuz köleniz olayım
Etmeyin eylemeyin oy!
Kara kazanımı, ak tenceremi,
Yerdeki kilimimi, altımdaki döşeği
Yazmayın yazmayın oy!
Sağmal üç koyunumu, ahırdaki düvemi,
Ağız memesi boz ineğimi,
Salmayın salmayın oy!
Kumlayıp temizlediğim kovalarımı,
Çam kokan bardaklarımı
Seçmeyin seçmeyin oy!
El emekle yaptığım tahta honumu,
Kıvır kıvır topakça oklavamı
Almayın almayın oy!
Etmeyin eylemeyin oy!
Al güllü, domur güllü çeyizlerimi
Yazmayın yazmayın oy!
Söyler dili, söyler gözleri Elif Bibi'nin oy!
Geceden geceden
Elif Bibim oy!
Yıllar yılı karalar içindeyim kardaş
Topraklara belene belene,
Defterime böyle yazmış kadir Mevlâm
Gün bulup gün yemek için
Keseklere kapana kapana.
Bilir misin kardaş!
Gördüğün ten bu dağlarda eridi,
Şu pürçekler bozkırlarda aklaştı,
Derilerim kavlak kavlak hey!...
Ellerim nasırlaştı.
Söyler dili, söyler gözleri Elif Bibi'nin oy!
Geceden geceden
Elif Bibim oy!
M.GÜNER DEMİRAY
EJDERHA MANZUMESİ
Omar bozlukta, tarla başında,
Boncuk boncuk terler döküyor,
Sarı sıcak anacında Omar,
Eli çiftinde oy!
Gün doğanda sabah gelin,
Ben bulurum borç ilen,
N'olur almayın can yongamı!
Kocam bulur borç ilen,
Gelmeyin gelmeyin oy!
Kulunuz köleniz olayım
Etmeyin eylemeyin oy!
Kara kazanımı, ak tenceremi,
Yerdeki kilimimi, altımdaki döşeği
Yazmayın yazmayın oy!
Sağmal üç koyunumu, ahırdaki düvemi,
Ağız memesi boz ineğimi,
Salmayın salmayın oy!
Kumlayıp temizlediğim kovalarımı,
Çam kokan bardaklarımı
Seçmeyin seçmeyin oy!
El emekle yaptığım tahta honumu,
Kıvır kıvır topakça oklavamı
Almayın almayın oy!
Etmeyin eylemeyin oy!
Al güllü, domur güllü çeyizlerimi
Yazmayın yazmayın oy!
Söyler dili, söyler gözleri Elif Bibi'nin oy!
Geceden geceden
Elif Bibim oy!
Yıllar yılı karalar içindeyim kardaş
Topraklara belene belene,
Defterime böyle yazmış kadir Mevlâm
Gün bulup gün yemek için
Keseklere kapana kapana.
Bilir misin kardaş!
Gördüğün ten bu dağlarda eridi,
Şu pürçekler bozkırlarda aklaştı,
Derilerim kavlak kavlak hey!...
Ellerim nasırlaştı.
Söyler dili, söyler gözleri Elif Bibi'nin oy!
Geceden geceden
Elif Bibim oy!
M.GÜNER DEMİRAY
EJDERHA MANZUMESİ
Geçmişin
gecesine dayamış başını
Yan gelip
yatıyor geleceğin yatağında
Tanrının
işini karıştırıyor kanlı elleri
Ayaklarını
saygısızca uzatmış tarihin masasına
Tek gözlü,
yaşı korkudan büyük, boyu ölümü yokoluş geçiyor
Öfkeyle
kaldırıyor başını hemen bir ışık görse
Burnundan
tabu gazı fışkırtıyor, ağzından günah alevi
Fırtınalar
koparıyor savurdukça kuyruğunu çöllerde
Bilimin
suyunu kurutuyor, özünü soğuruyor inancın
Bağırıp
ödünü koparıyor sağduyu gölgesinde uyuyan barışın
Mantık
ağacında bir soru çiçeği açmaya görsün
Çiğneyip
geçiyor aklın bahçelerini, yalanı riyaya katıyor
Acıktıkça
kitap yiyor, kanını içiyor aydınlığın susadıkça
Üşüdükçe
insan yakıyor, kaderin koynuna giriyor yoruldukça
Sıkıldıkça
gezintiye çıkıyor gözdağı ülkelerinde
Kolunu
kanadını kırıyor hoşgörünün gördüğü yerde
Tahrik
oluyor hemen başı açık bir kadın kız görse
Kaçırıp
kırbaçlıyor afroditleri artemisleri
Gözünün
yaşına bakmadan haremine kapatıyor sabi sübyanı
Kara çarşaf
giydiriyor Havva Anamıza Cennet’te
Artık tekin
değil yolları söz ülkesinin
Ölümü göze
almadan çıkılmıyor
Karardı
güneşler Temmuz’un kanından
Musalar
şairlerden yardım istiyor
Gözler sus
pus seslerin rengi soldu
Kapılar
kapanıyor perdeler çekiliyor
Işıklar
söndürülüyor ilk akşamdan
Hepsi hepsi
bu ejderha korkusundan
Bu ne
Kyklop’tur ne Tepegöz ne de Şahmeran
Çıkıp
gelmiş kin bataklıklarından
Ay’ı
karalayıp kışkırtıyor, işiyor güneşe karşı
Kurban
istiyor her gün Devrim’in altın başlı çocuklarından
Ey Basat ey
Odysseus ey Keloğlan
Çıkın artık
ortaya çıkın nerdesiniz
Kaldırın şu
ejderhayı geleceğin yatağından
Öyle bir
vurun öyle bir yuvarlayın ki onu
Çıkaramasın
bir daha kimse geçmişin karanlığından
A. Kadir
Paksoy(ÖTE-BERİ
adlı kitabından, Anadolu Ekini Yayınları, 2000
ÖLDÜRÜLMÜŞ OYUNCAK
BEBEKLER
Yaralı bir rüzgar taşıyorum sırtımda
orta doğunun kan kokan sokaklarından esip gelen
kanatlarında bir kaç kurşun yarası...
Ben acıyım diyordu,
çocukların kopmuş ayaklarında kör edilen gözlerinde
yanık bedenlerinde acıyım
öldürülmüş oyuncak bebeklerin gözlerinde gördüm savaşın acımasızlığını
ölüler gördüm orda etleri çürüyen ölüler
üst üste yana yana kefensiz yatan ölüler
ağlamayı unutmuş bir çocuk bağırıyordu ölmüş kadının üzerinde
kurşunların gözünü kör edelim anne öldürmesinler hiç birimizi
değmesinler gökyüzüne kuşlar kanadından vurulursa uçamaz
çocuklar gibi kuşlarında kalbi çok küçük
toprak olsun anne kurşunlar toprak olsun
yalınayak koşup özgürce oynayalım üzerinde
tükenirmi savaşlar tüketirmiyiz savaşları
karanlıklar tanrısının üzerine çökünce
Harabeye
dönmüş evinin önünde kız çocuğu
elinde telleri kopartılmış kemanı
çocukluğunu büyütüyor söylediği şarkıyla
."güvercinler barışı getirin bize "
"zira savaşmaktan çok yorulduk"
çocuk umutlarını uçurtma yapmış ipleri barış yumağından
çal kızım çal tellerin kopartılsa da
pembe dilin keman ellerin yay olsun
barışın özgürlüğün direnişin şarkılarını çal
yaşanacak bir dünyanın savaşını veriyoruz
çal kızım çal
çocuklar şarkılar ekiyor mayın tarlasına
bombaların içine keman sesi koysam öldürürmü insanı
annelerin elinde öldürülmüş oyuncak bebekler
sevilmek için sırasını bekleyen öldürülmüş oyuncak bebekler
sunaklar üzerinde taze ölümler satıyor savaş tanrısı
çocuklar geçiyor sıra sıra ellerinde öldürülmüş oyuncak bebekler
mezarlıklarda çoğalıyor durmadan yalnızlıklar ülkesinin insanları
burda ölüler korkmaz ölümden
çığlık atmazlar gidenlerin arkasından
boğazı kesilmiş sokaklarda
dikenli tellere takılmış güzel düşler dünyası
tek tek kurşuna diziliyor pembe ağızlı çocukların gülüşleri
bir gözünden vurulan kartal
dili kesilen dağ
maviye yasak edilen martılar
güneşin ışıklarını siper etmiş direnişin çocukları
vuruluyor dilleri lal olmuş sokaklarda
çorak bakışlı çocuklar
kanayan yaralarınızı acılarla sıvadınız
ah yasak dağlardan türküler akıtabilsem yüreklerinizin içine
türküler istila etsin yeryüzünü
annelerin ağzından çıkan türküler
harman edilmiş çocuk çığlıkları
yakılıyor kum denizinin ortasında
öldürülmüş çocuk eli gördüm
sımsıkı tutuyordu üzerine kan sıçramış ekmeğini
derilerinin rengi ne olursa olsun
annelerin gözlerinden akan gözyaşları
hep aynı renktedir
elinde telleri kopartılmış kemanı
çocukluğunu büyütüyor söylediği şarkıyla
."güvercinler barışı getirin bize "
"zira savaşmaktan çok yorulduk"
çocuk umutlarını uçurtma yapmış ipleri barış yumağından
çal kızım çal tellerin kopartılsa da
pembe dilin keman ellerin yay olsun
barışın özgürlüğün direnişin şarkılarını çal
yaşanacak bir dünyanın savaşını veriyoruz
çal kızım çal
çocuklar şarkılar ekiyor mayın tarlasına
bombaların içine keman sesi koysam öldürürmü insanı
annelerin elinde öldürülmüş oyuncak bebekler
sevilmek için sırasını bekleyen öldürülmüş oyuncak bebekler
sunaklar üzerinde taze ölümler satıyor savaş tanrısı
çocuklar geçiyor sıra sıra ellerinde öldürülmüş oyuncak bebekler
mezarlıklarda çoğalıyor durmadan yalnızlıklar ülkesinin insanları
burda ölüler korkmaz ölümden
çığlık atmazlar gidenlerin arkasından
boğazı kesilmiş sokaklarda
dikenli tellere takılmış güzel düşler dünyası
tek tek kurşuna diziliyor pembe ağızlı çocukların gülüşleri
bir gözünden vurulan kartal
dili kesilen dağ
maviye yasak edilen martılar
güneşin ışıklarını siper etmiş direnişin çocukları
vuruluyor dilleri lal olmuş sokaklarda
çorak bakışlı çocuklar
kanayan yaralarınızı acılarla sıvadınız
ah yasak dağlardan türküler akıtabilsem yüreklerinizin içine
türküler istila etsin yeryüzünü
annelerin ağzından çıkan türküler
harman edilmiş çocuk çığlıkları
yakılıyor kum denizinin ortasında
öldürülmüş çocuk eli gördüm
sımsıkı tutuyordu üzerine kan sıçramış ekmeğini
derilerinin rengi ne olursa olsun
annelerin gözlerinden akan gözyaşları
hep aynı renktedir
ADNAN
SUNGUR
BAKIR
SAKALLI GÜNEŞİN ÇOCUKLARI
Güneşin çocuklarıyız biz,topraktır bedenimizi saran
Saçlarımız ve sakallarımız bakır rengine dönüştüyse eğer,
güneşin yakmasından dır...
İnsanları sevdik,sadece insanlarımı,
her canlıyı ve hayatı sevdik.
Avuçlarımızın ve ayaklarımızın derileri çatlaksa eğer,
mücadeleyle dolu yorgun bir hayatın sebebidir.
kimimiz asıldık,kimimiz mapus hayatı çektik,
kimimiz yol ortasında vuruldu,işkencelerde sınandık.
Ve bir gün baktık ki bakır renkli saçlarımız ve sakallarımAız,
beyaza dönüşmüş.
sarp yamaçlar da yetişen bir kır çiçeği gibi,
başımız hep dik oldu.
Artık bakır rengine dönüşmüyor saçlarımız ve sakallarımız.
Çünki güneşi yavaş yavaş söndürüyorlar.
Ama bilmiyorlar ki o güneşten birer parça alıp,
yüreğimize koyduk.
Gün gelecek güneşin parçalarını,
gökyüzüne yüreklerimizden fırlatıp atacağız.
Ve bir sabah yeniden doğacak güneş.
Saçlarımız ve sakallarımız ,
yine bakır renginde olacak.
Çünki biz güneşin çocuklarıyız
ADNAN
SUNGUR
NE
DEYİM
Atasına
ötesine sövdürür
Ben
bunların irisine ne deyim
Böyleleri
ocakları söndürür
Ben
bunların gerisine ne deyim
Yok,
yerlerden uydururlar yalanı
Eşek olur
sırta alır palanı
Dost
belleme sahte yüze güleni
Ben
bunların sürüsüne ne deyim
Her
devirde iktidarın dostudur
Zehir
ırmağından dolu testidir
Kıblegahta
müritlerin dostudur
Ben
bunların perisine ne deyim
Saman altı
gelir, kazar kuyunu
Her
çeşitten kazar kuyunu
Kıran girse
bitiremez soyunu
Ben
bunların dirisine ne deyim
Yağdanlık
yalaka bütün işleir
Gerçek eder
aklında ki düşleri
Her
nedense çok bulunur eşleri
Ben
bunların karısına ne deyim
Dağsever’im
söylüyorsun boşuna
Aklı aynı,
varsa seksen yaşına
Av-ra-dı-nı
dedim, gitti hoşuna
Ben
bunların töresine ne deyim.
Bekir Dağsever
BENDE
BİLEMEM
Mıkıt meses
lobut bilemiyorum
Dulukdan
duldaya gelemiyorum
Sındıyı
kaybettim bulamıyorum
Emmi benden
sorma bende bilemem
Hefkere
avarlık bilene sorsam
Argaç ,
böcü derken kepirde dursam
Keklik
pınarına evsini kursam
Emmi benden
sorma bende bilemem
Tay geldi
nedir ki , hacana nedir
Bilmeyene
kertiş etini yedir
Bıldır ki
dediği bu senemidir
Emmi benden
sorma bende bilemem
Yumuş
,helke, yunak nasıl kelime
Dabaz da
girmemiş tıpta ilime
Kanka,mersi,
tenkyu uymaz dilime
Emmi benden
sorma bende bilemem
Horanta
neyimiş kıyık ney imiş
Komşular
komşuya keşikçiyimiş
Eskiden
bazısı sınılkçıyımış
Emmi benden
sorma bende bilemem
Dağsever
davuşu nerden getirir
Eski
sözcükleri dile getirir
Gölüğüne
yükler kamga götürür
Emmi benden
sorma bende bilemem
Bekir Dağsever
İHBARLI
ZEYTİN
bir
başka bahara da açmayacak
altı
bin ağaç Yırca’da
kan
gölüne döndü topraklar
yine
ağladı zeytinler
kabuk
bağlamamışken kömür yarası
bir
başka yarayı kanattın Bay Kolin!
süslü
püslü yılbaşı sofralarınızda
bir
zeytin size gülerse şöyle bıyık altından
şaşırmayın
sakın
kardeşiyiz
biz zeytinin, kömürün ve havanın
işçilerin
de arkadaşı.
dereden,
tepeden, sudan anlarız
sorumluyuz
çünkü çağımızdan.
sizin
olsun yapmacık bağışlarınız
timsah
gözyaşlarınız
dış
güçler falan demişsiniz, bir de ajan
güldürmeyin
beni Bay Kolin!
yıkayın
ellerinizi, yine yıkayın
bağışlanacak
mısınız kirlerinizden
bu
talan ve zulüm
sizi
de yıkacak bir gün
ihbar
ediyor sizi
düz
ovam, dik dağım,
zeytinim
ve kömürüm
İkbal
Kaynar
(*)
Bay Kolin - Soma’nın Yırca köyünde termik santral kurmak isteyen şirketler
grubu
İSTANBUL
BETİMLEMESİ
Biliyor
musun İstanbul
ne güzel
şey seninle
aynı
sabaha uyanmak
aynı göğün
altında
yaşama
kucak açmak
martılar
simit kapma yarışında
vapurların
peşi sıra
“
Üsküdar’a gider iken” bir yağmur alır
götürürür bizi
Kızkulesi’e Hera ile Leandros’un yanına
Bir
ömürsün be İstanbul…
Beyoğlu’nun arka sokaklarında
kim
okuyacak gözlerindeki hikayeyi
borç
alınmış gülücükle gülen çocukların
mastika
oynayıp göbek atan kadınların.
Şişirip
avurtlarını kederle klarnetini üfleyen çingenemle
iplere
asılmış yorgun çamaşırlarınla Tarlabaşı’nda
tersanelerde tepe taklak yaşamlarla Tuzla’da
Bir
kavgasın be İstanbul…
Fısıldıyorsa kulağıma
‘Yarim
İstanbul’u mesken mi tuttun’
türküsünü rüzgarlar Anadolu’dan
yanık
bir uzun hava geliyorsa varoşlardan
ekleniyorsa ona kendi dillerinden ağıtlar
horon
halaya karışıyorsa,
bir de
zılgıt çekiliyorsa lililili…
Eleni’nin meyhanesinde
sirtaki
zeybeğe karışıyorsa
Bir
türküsün be İstanbul…
Bir
şiir yaşıyorsam içinde
Denizi,Yeditepe’si
dalgası, kavgası olan
ve
Todori,
Despina, Anais, Agop
beni
çağırıyorsa dostça,
Bir
şiirsin be İstanbul;
Mayıs
tadında,Kazancı Yokuşu’nla…
Yaşar Kemal
anısına Öykü yarışmasına ÖN JÜRİNİN FİNALE BIRAKTIKLARI :
ÖYKÜLER
1 – Sen ve
söğüt’ün sesi – Hatice Altunay = 7.50
2—Sütannemin
Falı – Kezban Şahin Taysun =8
3 –
Saniyenin kayıp güvercinleri – Kezban Şahin Taysun 8.65
4—Uçurtma –
Fatma Türk Kuşkaya =8
5 –
Yaradılışın Sarmalında – Esin Üçüncüoğlu =8
6 – Yunak
-- Günay Demiray =7.65
7 --
Değirmen – Mustafa Topaloğlu =8.15
8 – Kuşlar
kediler köpekler – Hikmet Kurter =7.50
9 -yorganda
kene var – Soner Sert =8.15
10 – Altın
Gölet -- Emel Dinsever =8.65
11-Yadırgı
– Bekir Dağsever =8.33
12 –Ana --
Bekir Dağsever =9
13 – Usta
–Ahmet Kahveci =8.15
SEN VE
SÖĞÜT’ÜN SESİ
Bir yıl
önce gelmiştin Söğüt’e. Sıkışıp kalmıştın Temmuzun akıcı ve bunaltıcı sıcağında.
Nefes alamayacak denli, aklını yitirecek denli… Aklımı sen koru Yarabbim diye
kendine telkinlerin biri gider biri gelir olmuştu… Asfalta yumurta kırsan
pişerdi inan. Öyle sıcaklardı yaşadığımız. Yazın ortasında buzdan kılıçlar olsa
yorganımız der olmuştun. Eşin yazın terk edemezdi temmuzu. Turizm işinde
göneniyordu. Başını kaşıyacak anı yoktu yok.
Temmuzun kavurucu, eriyen ve damlayan sıcak külleri bedenini etkisizleştirmiş
evden dışarı çıkamaz olmuştun. Çok şükür eylül geldi. Eylül de işbaşı demekti
ama olsun… Serin rüzgâr özlemim, bir de davet üstüne davet… Gözlerini kapadın
ılık ılık esen deniz meltemiyle okşanıyordu tenin öyle hayal ettin. Eylülün
başında gecenin bir yarısı Söğüt’e gitmeye karar vermiş buldun kendini. Bir anda
karar vermenin kaygısı sardı kendini kendinle buluşturmanın tatlı tınısı
açıverdi yüzünde. Sevincinin sarmaşıkları hercaili hercaili açti gözünü
kamaştırdı. Yorgun ve bunalmış bedenin ellilerin üstündeki kadının
ağrıları,sızılarıyla çalkalanırken sabahın erkencisi olamadın. Başın yastığa
çekiyordu seni.Yenik düştün alacalı uyku yumaklarına…Öğle saatini de kıl payı
kaçırdığın için üçe kalmıştı yolculuğun..
Sımsıcak ve meraklı köylülerin bakışları üzerindeydi. Yetmiş yaşın üstünde bir
yaşlı efe başı dimdik bakışlarını üzerimize çevirdi ‘’İçeride yatacak yer
yok.’’dedi. Minibüsün şoförü ön koltuğa zayıf ve denizli bezinden çekili yaşlı
nineyi oturtacaktı ki uzun boylu, kahverengi ceketli yaşlı delikanlı öne geçti.
Şoföre yakın koltuğa kendisi oturdu ardından narin ve basma entarili karısı
geldi yanına. Önce ön koltuktan başlandı senin sorgulamana. ‘’Kime gidiyon
evladım sen.’’ Bir başkası aldı sözü’’ Seni daha evvel hiç görmedim
de.’’Gülümsedin. ‘’Hafta sonu Marmaris’ten kaçmak istedim.’’ Yutmadı tabiî ki
hiç biri…Bütün yüzler yüzünde gezindi .Orta yaşlı bir bayan ‘’ Nerede
kalacaksın?’’ Kaçacak yolun kalmamıştı.. Bir avuç insanı bir avuç insan nasıl
tanımasın ki... ‘’ Selçuk Bedir adlı öğrencim var. Onun misafiri
olacağım.
‘’ Haa..!
Bizim Merdane’ye gidiyor.’’Bir başkası atıldı.’’Hıı…Ertuğrul var ya
eşi..’’
.Gayet modern giyimli orta yaşta bir bayan ‘’Bizim akrabamız o. Çok iyi
insandır. Hayriye Selçuk’un selamı var dersin.’’ Derim tabi ki ne
demek…’’
Yolları çoktan unutmuşsun. Yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidiyorsun. Bir ara için
geçiyor… Gözlerini inatla açıyorsun Kıvrılan bir yerde bir kahvenin önünde
kırmızı yazıyla yazılmış bir tabela:
‘’İlle
de bal badem
Ucuz
satıyor bu adem.’’
İki yere
konulmuş. Gülümsemeden geçmedin. Reklam köyün içinde uyaklı… Dillendiriş ne hoş…
Köylünün mizah gücüne hayran kaldın.
Söğüt adlı küçük tabelayı gördün nihayet. Cumhuriyet mahallesine dönülecekti ki
ön koltuktaki yetmişlik delikanlı büyük bir hamleyle minibüsten indi. Elini
havada şöyle bir savurdu hanımına seslendi.’’Hayvanları besle!’’dedi elleri
havadayken araba hareket etti.
İçeridekiler
şoför dâhil hepimiz kahkahayı bastık. Yaşlı efenin havası yerindeydi. Hanımı ise
esen yelde uçacak gibiydi. İçerdekilerin gülüşmeleri biraz da bundandı.
Özellikle kadın yolcular söz konusu buyruğa tepkilerini açıkça belli
ettiler.’’Bütün erkek soyları aynı!.’’dedi oflayarak orta yaşlı, bakımlı bir
bayan kucağında mızmızlanan kız çocuğunu avutmaya çalışarak. İri yapılı
başındaki çekisi mor üzüm salkımlı, mor fistanlı kadın yüksek tonda ‘’Onlara
selahiyeti veren kim? cevap beklemeden’’Biz beceriksiz garılar de mi?’’İçeride
gülüşmeler oldu. Kimi başıyla tasdik etti. Genç, çiçeği burnunda küçük bebekli
kadın aldı sözü’’Benimki başlıyor talimata. O uyarmasa çocuğa bakamıcam
sanki….Yok terledi…üşüteceksin.yok çocuğu mamayla niye besliyomuşum. Sütüm yok
diyorum anlamıyo adam.’’ Deneyimli anneler atıldı. ‘’ gızım soğan ye.’’ ‘’ Sen
en iyisi hoşaf iç.’’ ‘’ Yok canım hoşaf kesmez en iyisi süt iç sen süt.’’Bu
konuşma uzayıp gideceğe benziyordu. Araya bir arazi davası girdi de konu değişti
çok şükür..Alman bir hanımefendiyle evli bir Türk vardı atmış yaşın
üstünde.2005 de arazi mi almış ne Söğüten. Yol verilemiyormuş, araziye yapı
ruhsatında sorunlar yaşanıyormuş. Bu sefer konu erkeklere döndü. Epey konuşuldu
Söğütte yaşanan arazi sorunları. Ön koltukta oturan cılız bedenli nine hiç cümle
kurmadı. Hep sustu etrafındaki konuşmalara kulak misafiri olmakla
yetindi.
Cumhuriyet mahallesinden Saranda’ya yöneldiği noktada ön koltuktaki ak çekili
nine minibüsü durdurdu. Şoför ağır ağır inen iki büklüm nineye yardım etti.
Eşyasını indirdi. ‘’Evine bırakayım seni.’’ ‘’Sağolasın. Yolundan galma gözel
evladım. Torun garşılayacak beni.’’Hayvanları besleyecek olan iki büklüm yürüyen
ninenin arkasından baktın kaldın.
Saranda’ya indin.Sahil Marketin yanındaki çay bahçesinde dinleniyorsun.Denizden
ılık ılık esen bedenini okşuyor.Deniz hafif dalgalı havaysa üşütmeyecek kadar
serin mi serin….Önce dalıp gittin.Zaman kanatlı bir kelebek mi ne geçen yıllara
söyleştiğin Ziya Selçuk,Nam-ı değer Karaçivili yok.Düşünde canlanır mı düşüp
ölen kelebekler….Kalem elinde epey özlemişsin yazmayı, dur durak bilmeden
yazıyorsun. Yanında orta yaşlarda, çok neşeli İstanbul’dan kalkıp gelmiş,
mürekkep yalamış dört bayan okey taşlarının şakırtılarıyla, çenelerini
yarıştırarak zamanı örseliyorlar. Tek başına çalakalem yazıya yumulan saçları
iyice tozmuş bayanı süzdü çay bahçesinin tombul bayanı. ‘’Ne istersiniz.’’
Kaşarlı domatesli tost .’’dedin..Dağılmış cümleciklerini zihnine topladın ve
koyuldun yazmaya.Tombul bayan uzaktan iyice süzüyor seni kafasında soruları var
belli. Tostun hazırlığı uzun sürmüyor. Masaya kayık tabakta tost geliyor.’’Ne
içersiniz. Sorması ayıp olmasa kime geldiniz.’’ Önce canın sıkıldı. Sana ne
kardeşim kime geldiysem geldim demek için şöyle bir yekindin. Son anda
vazgeçtin. Yanı başında duran siyah valiz anlatıyordu her şeyi. Birini
beklediğin pek aşikâr duruyor. Toparladın kendini.’’Kupada çay istiyorum.’’Durdu
bekledi sorusunun yanıtını bekledi.’’Şey yanlış anlamazsanız. Kime gidecekseniz
biz bırakalım.’’ ‘’ Zahmet etmeyin ben aradım birazdan gelecekler.’’dedin.
Aradığı yanıtı alamamıştı.Yan masadaki içilmiş içinde biraz çay tortuları kalmış
bardakları hızlıca topladı..Kulplu cam bardakta demli çayın gelmişti fark
etmedin bile Başını gömdün öyküleme defterine. Bırak yakamı kardeşim. Rahat
bırak beni diye bağıracağın an gülümsedin içine yayılan öfkeye. Dip dibe
oturduğun masada bir yazar, bir şair varlığı algılanamaz kayıtsızlıkta sürerken
bu bayan seninle ilgilenmişti en azından. Bilmiyor musun sanki her Söğütlü
geleni gideni iyi sorguluyor. Yazanı, çizeni de iyi tanıyor. Yöneticiniz Necati
Gümüş’e haber çoktan uçmuştu.’’Her yaz geliyor kitap yazıp gidiyor.’’Gerçi
abartılı bir söylemdi Eğer öyle olsaydı on kitap yazmalıydın.
Az
kalsın boğulacaktın Marmaris’te kapanıp kalmaktan. İyi ki gelmiştin. Vay be….Vay
anasını eşek kovalasın takımı hala şakırtılar hararetle sürüyor Ertuğrul ve eşi
Merdane cavayla geldiler.. ‘’ Merdane geldi .’’ dedi yüksek sesle sana duyurmaya
çalışır gibi... Seni sorgulamanın karşılığını almış olmanın mutluluğu yayılmıştı
yüzüne.’’Senin misafirin miydi bir şey söylemedi bize.’’dedi ve Merdaneyle
sohbete daldı. Sen ivedilikle iki kupa demli çayın ve tostun ücretini ödedin ve
çay bahçesinden ayrıldınız.
***
Eşyalarını Merdane’nin Beyi Ertuğrul cava ile deniz kıyısından yukarıya doğru
taşımıştı.Sanırım evleri Saranda’nın tepesindeydi.Merdane ve sen annesinin
denizin dibindeki evinin yolunu tuttunuz..Uzun uzun sarıldı. Bir yıl öncesi
sohbet etmiştin.İnsanoğlu kuş gibi…’’Goca yaz seni bekledim.’’dedi rahmetli
Ziyanın acılı eşi Huriye Hanım Ah!...Şu kabuğunun içine
sığmayan,sığamayan kavgacı,kindar insan soyu…Bir bit yeniği var içinde.Ziya
Beyin hayat dolu konuşmaları,nükteci dili evin duvarlarından önümüze serilecek
gibi hafifçe ürperdin.Bir kibrit kutusuna sığıveriyordu yaşamın tüm gerçekliği.
Bir hüzün gezindi aramızda. Herkes birkaç dakika sustu. Ziya Beye duyulan saygı
yüreklerde durdu..
‘’Ya… İşte
böle… İşte böle… Yaşıyom böyle… Çocuklara kepaze olmadan… Onlara fazla yük
olmadan’’ ‘’ O ne biçim söz ana. Evlatların ne güne duruyor.’’ ‘’Ağzından yel
alsın! Allah geçinden versin.’’ Dedin hüzün dolu bir sesle.
Deniz
evin önünde gelin gibi süzülüyordu. Avludaki masanın etrafındaki beyaz plastik
sandalyelere oturdunuz. Merdane çalıştığı pansiyona gitti. Birlikte çay içtiniz.
Sohbet ettiniz. Laf dönüp dolaşıp hey gidi günler heye dayanmadan
noktalanamıyordu. Deniz çoktan uyanmış şırak şırak seslerle kıyıyı yalıyor,
yalıyordu. Deniz müzikleri zihnimizi iyice doldurmuştu. Ziya Kaptanı düşündün.
İyi süngerci ve balıkçı, ekmeğini denizden çıkaran insanı. Denizle ilgili
anılarını anlatırken gözleri dolu dolu oluşunu…’’Bögün deniz temizlik yapıyo.
Yüzmek zor .’’ dedi.’’ Denizi böyle dinlemek çok güzel. B聵 1esl恥聲beni çok
iyi dinlendiriyor.﮴␃鳤ཱི#lun.’’ dedin.’’Aslında
dinlediğin ses ilk çağlardan bu yana insanoğluna katık olan, onun yaşam kaynağı…
Şırak şırak sürüp giden bu dalgalar bir ölüm dansıydı aynı zamanda. Denize
dokunan her insan suyun aynı su olmadığını pekâlâ bilirdi.
䝤뽑Işama doğru
yukarıya M㭻挊ya蛉䥹ave
Ertuğrul Beyin yaşadığı evine doğru tırmanıyoruz.
Gözüne
çarpan bitkileri kaçırmadan fotoğrafını çekiyorsun. Her bitkiyi inceliyorsun.
Kısmen dağda çoğunluk ovada geçen çocukluğundan bu yana doğaya olan düşkünlüğün
bir tutkuydu senin. Merdane’nin annesi Hörü hemen bir bitki tanıttı sana.
Kantaron bitkisine benzeyen kahverengi ve sarı küçük çiçekleriyle türül türül
tüten bir otsu bitkicik… Hemen bir tutam kökledi. ‘’Kızıl çıkrık. İşte! Karşıda
da var.’’ ‘’Çok hoş kokulu..dedin.Ellerine uzattı.Söyleşmeye
başladınız.’’Eskiden hayvanlara çatma koşulduktan sonra berelerine sürerdik.Yara
bere alı kızıl çıkrık.’’dedi ve önüne gelen kokulu bitkicikten bir tutam daha
yoldu..’’ Zeytinyağının içine bir tutam at. Güneşli bir yerde beklet.Ufak tefek
yaraya bereye iyi geliyo.’’Arkada deniz üstünde batmak üzere olan güneş tüm
ışıklarını suya salmış,aşağıya doğru yuvarlanıyordu.Denizde dalgadan eser
yoktu.Mavinin bin bir tonu derin uykuya dalmıştı.Geriye dönüp en yüksek tepeden
fotoğraf karesine aldın denizin ve karanın dostluğunu….iki katlı şirin mi şirin
eve gelmiştiniz.Dışarıdaki sandalyeye attın kendini soluk soluğa….Deniz masmavi
çarşafıyla derin uykudaydı.Daldın gittin.’’hoş geldin.’’’Hoş geldiniz
öğretmenim.’’ Sözleriyle kendine gelmiştin.
Ertesi gün aynı yolun güzergâhında meşe ağacına benzer, küçük şapkalı meyveleri
olan bitkiyi tanıttı sana.’’Pıynar …’’ Çocukluğundan beri tanıdığın bir tür
pıynar. Pıydardan yapılan odun ve pıynar külü. Çok değerliydi. Küllü su yapılır.
Önceden kurutulmuş portakal kabukları ve defne dalları atılır. Hazırlanan kaymak
gibi kayan yumuşacık su ile neler yapılmazdı ki….Biraz ileride deve dikeninin
mor çiçeklerini fotoğrafladın.Dikenleri iyi tanıyan biriydin.Domuz dikeni,çakır
dikeni, kara diken, ateş dikeni….
Ertesi
gün kahvaltıdan sonra bir telefon geldi sana.’’Ada Ağzındayız. Evde misiniz?’’
Canın fena sıkılmıştı. Kırk yılın başında evden çıkarım. En çok sevdiklerim beni
arar demiştin içinden. Olan olmuştu tren kaçmıştı.
Aşağıda deniz gelin gibi süzülüp duruyor Sen yüzmek için sabırsızlanıyorsun.
Mavinin eşref saatini yakalamıştın. İki sata yakın yüzdün Saranda’nın suyunda.
Öğleden sonra sular durulmadı. Bir rüzgar çıktı., denizin içinde bir kıyamet…
Dalgalar bir adam boyu… Suyun rengi değişti mavisi yitti, çamursu bulanık
tonlarıyla çarpıyor kıyıya. İçinde ne varsa kıyıya fırlatıyor, içindekileri
kıyıya kusuyordu. Neden inatlaştın dalgalarla… Seni kıyı kıyıya savurdukça daha
mı güçlendin sanki. Denizle savaşın yenilgiyle bitmişti. Kıyıya yani karaya
çekildin. Zafer kazanan denizin içini boşaltan sesini, öfkeli ve hırçın sesi,
dinledin. Öfkeli ve hırçın ses kıyıyı yalıyordu. Az önce seni taşların arasına
bir topaç gibi fırlatmıştı. Suyun gücünü algılamak senin sinirini bozmuştu
sanki. Denize taşlar fırlattın. Senin çıkardığın sesin önemi yoktu ama olsun
yeter ki küçük de olsa dalga içinde dalga olsun.
Güz
rüzgârları kendini iyice hissettiriyordu. Marmaris’te bulamadığın serinlik
iliklerine kadar işlemişti. Akşama doğru tepeye doğru yol alacaktınız.’’Güzin…
Güzin gelmiş.’’dedi Merdane’nin annesi Huriye. Ne ilginçtir. Marmaris’tesiniz ve
Marmaris’te görüşemiyorsunuz. Söğüt’te görüşebiliyorsunuz ne ilginç…’’ Gönül de
orada.’’ Hemen yan tarafa geçtiniz. Kısa bir sohbet ve ardından iki bardak
çaydan sonra yola koyuluyorsunuz. Bu arada köpekten haz etmeyen Selçuk çoktan
evin yolunu tutmuştu.
Sen
ve Huriye yavaş yavaş yukarıya çıkarken tüm yılların izlerini taşıyan ağaç
köklerini, devasa keçiboynuzunu fotoğraf karesine aldın. Yolda ne yakalıyorsan
kameraman titizliği ile fotoğraf karesine alıyorsun. Yoldan geçenlerle iki lafın
belini kırıyor. Son cümle olarak öğretmen olduğumu, kitap yazdığımı da
ekleyiveriyordu muhterem Ziya Beyin eşi Huriye.’’ Ya… Öyle mi ne güzel…’’
deyişleriyle elini sıkmaları, sana olan bakışları daha bir anlam kazanıyordu.
Etkileyici bir konuşma yeteneği vardı Huriye’nin. Okusaymış çok iyi yerlere
gelirmiş. .
Güneş
iri bir portakal gibi dağın ardına devriliyor. Deniz ışıklar içinde yaldır
yaldır… Geriye dönüyorsun. Muhteşem bir şölen izlediğiniz. ‘’ Hey gidi suyun
şahı… Karanın bir ayağı… Bir ucu şölen bir ucu karanlığın, cehennem çukurunun
öbür adı. Kaç kişiye katık oldun. Kaç kişi yatar çivit mavisi karanlığında… Kaç
batık devasa gemiler var bilinen ve bilinmeyen… Ey mavi yüzlü güzel peri. !
Dışarıdan ne güzel seyretmek seni!
Rüzgar
dinmişti..Mavinin dalgalı sesi yavaşlamış, hırçınlık yerini nazlı nazlı salınan
bir gelin gibi süzülmeye bırakmıştı..Komşular geldi. Ceren’in ailesi de vardı.
Çaylar içildi. Sohbetler koyulaştı. Konular sincap gibi daldan dala atlarken
gelip de eğitimle düğümlenmiyor mu, herkes senin ne diyeceğini beklemiyor mu
içine sığamıyorsun, boğuluyorsun. Köylülere göre otarite olan, en iyisi sensin.
Kendine göreyse bir hiç olduğunu bilmektesin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder